Kopalnia Soli
Ülkemizde, son yıllarda yeniden kamuoyu gündemine taşınan ve yurt çapında her türlü madencilik faaliyetini doğrudan veya dolaylı etkileme potansiyeline sahip olan “madenciliğin çevre ve insan üzerindeki etkileri” konusu, şu dikkat çekici soru ile bir tartışma zeminine de taşınmıştır: Yerin altı mı daha değerli, yoksa üstü mü? Elbette yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bakımından hayli zengin olan ve bunların sık sık çakıştığı Türkiye’de aslında bu her “çakışma” bağımsız olarak incelenmeli ve bölgenin özel durumuna göre kararlar verilmelidir. Ancak bu kararlar verilirken bilhassa yerel halkın ve bu konulara kafa yoran tüm kamuoyunun da sağduyusu göz önünde bulundurulmalıdır. Peki, bu sağduyu ülkemizde nasıl şekillenmektedir?
2007 senesinde Kaz Dağ(lar)ı’nda madencilik faaliyetlerinin olduğu söylentileri üzerine başlayan tartışmalarda ısrarla dile getirilen önemli bir iddia bölgede gelişmiş olan turizmin ve bu turizmin ekonomisinin bahsi geçen madencilik faaliyetleri yüzünden ciddi zararlar alacağı oldu. Elbette başta yerel halk olmak üzere ülke kamuoyu da bu iddialardan etkilendi. Sorulan soru hep aynıydı: Yerin altı mı daha değerli, yoksa üstü mü? Hem yeraltı hem de yerüstü zenginlikleri açısından özel bir konumda olan bu bölgeye dair özellikle bu soru üzerinden bir yorum yapmak bu yazının konusu olmadığı gibi, böylesi gündemlerle günden güne kutuplaşan bir tartışmanın tarafı olmak da yine bu yazının amacı olmayacaktır. Ancak oldukça sığ ama bir o kadar da çarpıcı bir sorgulama olan “Yerin altı mı daha değerli, yoksa üstü mü?” sorusunun nasıl olup da kamuoyunu siyah ile beyaz arasında yorumlar yapmaya yönelttiği belki de bu yazıya has özel bir sorgulama olabilir.
Sorulacak bir ikinci soru da acaba bu siyah-beyaz çekişmesinin arasında başka renklerin de olup olamayacağıdır. Ülkemizde buna örnek teşkil edebilecek özel bir yer olabilir mi? “Bu soruya “evet” diyebilmeyi isterdik; ancak henüz böyle bir şeyi söyleyebilmek için belki de yeterince esnek fikirli bir toplum olmayabiliriz. Elbette bunun yanında madencilikte hâlâ çok genç olduğumuz gerçeğini de unutmamak yerinde olur.
Her ne kadar ülkemizden böyle bir örnek veremiyor olsak da bu durum böylesi örneklerin var olmadığı anlamına gelmez. Bilindiği gibi geçtiğimiz birkaç yüzyılda Avrupa devletleri geri döndürülemez bir biçimde sivil ve askeri hayatta teknolojik gelişmeler kaydetmiş ve bu toplumsal ilerleme de her türlü ve sınırsız miktarda hammaddeye ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Birbirini tetikleyen bir döngü olarak hammaddeye duyulan açlık hammaddeyi elde etme yöntemlerini de geliştirmiştir.
Şüphe yok ki hammaddeden ve bu hammaddeyi elde etmekten bahsedince akla ilk gelen iki kavram maden ve madencilik olmaktadır. Bilhassa Sanayi Devrimi’nin tetiklediği metale ve yakıta duyulan ihtiyaçlar bu hammaddelerin elde edilmesi sürecinde belki de ilerlemenin heyecanı veya ihtiyacı nedeniyle bugünkü gibi sorgulanmamış ve Avrupa’da madencilik kimi toplumlarda günlük hayatın merkezinde yer almış, meslek olarak olduğu kadar yaşam tarzı olarak da gelenekleşmiştir. Her ne kadar günümüzde, işletilmeleri ve hatta doğada var olmaları üzerinden ateşli tartışmalara yol açan değerli madenler (altın, elmas, bor… v.s.) gibi sansasyonel bir değer taşıyor olmasa da sahibi ve emekçileri olan Wieliczka (Güney Polonya) halkı için Kopalnia Soli (Tuz Madeni) böyle bir geleneğin simgeselleşmiş mabedidir. Madendeki faaliyetin başlangıcı, resmi olarak yukarıda bahsi geçen ‘Avrupa’nın modernleşme çağından’ (17.-20. Yüzyıllar) çok öncelerine (13. Yüzyılın son çeyreğine) tarihlendirilmektedir. Yine de bu madenin günümüzde Wieliczka ve Polonya için önemli bir turizm merkezi olması 17.-20. Yüzyıllar boyunca oluşan anlayışın bir sonucudur. Bu yüzyıllar boyunca madenin zenginliğiyle beslenen toplumun geride bıraktığı sanat eserleri ve mimari üslûp da yukarıda değinildiği gibi bahsi geçen toplumda gelişen madencilik geleneğine yapılan bir atıf gibidir. Hem toplum hayatına ve refahına bir katma değer sağlanmakta hem de emektar madene ve o madenin isimsiz madencilerine hak ettikleri saygı sunulmaktadır.
Kısa Tarihçesi:
Her ne kadar tuz üretimi resmi olarak 1290 yılında, Polonya Kralı II. Przemislav zamanında başlamış da olsa tarihi kayıtlara göre madenin varlığı 10. yüzyıldan beri bilinmekte ve bahsi geçen kimi kayıtlarda madene Magnum Sal (Büyük Tuz) olarak atıfta bulunulmaktadır. Öyle veya böyle maden Polonya’nın en eski sanayi merkezidir. Kuruluşunu takip eden yüzyıllarda hanedanın tekeli haline gelmiş olan maden, kraliyet gelirinin üçte birini karşılar olmuştur. O kadar ki Polonya’nın o zamanki başkenti olan Krakov şehrinin Wawel tepesini çevreleyen kale surları bu madenin gelirleriyle yaptırılmış ve Krakov Üniversitesi’ ndeki profesörlerin maaşları da yine bu madenden elde edilen gelirlerle ödenir olmuştur.
Madenciler ise 1368’de yasalaştırılan ve tuzun elde edilmesi ile ticaretini düzenleyen bir dizi kanun çerçevesinde çeşitli haklar kazanmışlardır. Kopalnia Soli’de (belki de yasa gereği ülkedeki bütün madenlerde) çalışan madencilerin hepsinin özgür bireyler oldukları ve madencilik mesleklerini babadan oğula aktarma hakları olduğu da yine bu kanunlar çerçevesinde belirtilmiştir. Böylece madenciler toplumun değerli birer ferdi olarak haklı bir gurur taşır hale gelmişlerdir.
16. Yüzyıla kadar tuz, gıdaların saklanması ve deri tabakalama gibi pek çok farklı kullanım yeri olması dolayısıyla zaten ekonomik ve endüstriyel bir öneme sahipti. 16. Yüzyıl’dan itibaren ise, barut üretimindeki kullanımıyla, gelişen askeri teknolojinin Avrupa devletlerini her zamankinden daha yoğun bir şekilde baruta dayalı savaşlar vermeye yöneltmesiyle birlikte kendine yeni bir ihtiyaç sahası bulmuş ve varlığı geçmişe nazaran daha fazla önem arz eden bir hammadde halini almıştır. Öyle ki maden, 16. yüzyıl Avrupa’sının en büyük sanayi merkezleri arasında anılmaya başlanmıştır. Bu artan önem maden tesisini de büyütmüş, tarihi kayıtlara göre 14. Yüzyılda 200 olan madenci sayısı takip eden yüzyıllarda artarak 20. Yüzyıl’da 1.600 kişiye ulaşmıştır. 18. Yüzyıl’da 30.000 ton olan yıllık üretim ise 1964 yılı kayıtlarında 256.000 tondur.
17. Yüzyıl’da barutun artık tuz elde etmek için de kullanılmaya başlandığı maden, 1772 yılında Polonya’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu toprağı olduğu bir dönemde ilk defa düzenli üretime geçmiştir. Geçen yıllar boyunca teknolojisini de geliştirerek 1912’de yüzeye inşa edilen tuz işleme fabrikasıyla da yeni bir döneme girmiştir. Bu fabrika ise 2003 senesinde hizmete giren tuzlu su kullanım tesisiyle değiştirilmiş ve bu tesis tuz üretimi faaliyetlerinin tam olarak sona erdiği 2007 senesine kadar hizmet vermiştir. Derinlerde ise madencilik, çok önceki bir tarihte (1996 senesinde) sona ermiştir.
Yüzyıllar önce ilk madencilerinin alet kullanmaksızın çıplak elleriyle tuz elde ettikleri ve yeri geldiğinde 200 ila 300 kilogramlık silindirik tuz bloklarını (ki bunlara kardan adam deniliyordu) salt bedensel güçle taşıdıkları Kopalnia Soli, 21. Yüzyıl’a gelişmiş bir teknolojiyle girmiştir. Ancak bunu takip eden birkaç yıl içinde birincil vazifesi olan tuz üretimini sona erdirmiştir. Madencilerin yoldaşları atlar ise ilk günlerinden madenin son yıllarına kadar pek çok ağır işte kullanılmışlardır. Son madenci at, birkaç sene önce emekli olmuştur.
Yüzyıllar boyunca tek bir amaca hizmet eden Kopalnia Soli’nin büyük mağaraları sadece 1944 yılında Naziler tarafından farklı bir amaç için kullanılmıştır.
Daha sonra Rusların gelmesiyle Naziler tarafından Auschwitz’e gönderilen Yahudi esirlerin o sene boyunca çalıştırıldığı bir uçak motoru atölyesi bu madenin derin ve büyük salonlarında faaliyet göstermiştir.
Yukarıda bahsi geçen aykırı kullanımını göz ardı edersek madenin ikinci çağı onun potansiyel bir turizm mabedine dönüşmesiyle başlamıştır. Maden, tarihi boyunca zaten Copernicus, Goethe, Mendeleev, papa seçilmeden önce Karol Wojtyla (II. John Paul) gibi pek çok önemli tarihi şahsiyetin merakını çekmiş ve bu şahsiyetleri ziyaretçiler defterine kaydettirmiştir. 8 Eylül 1978 tarihinde ise diğer 11 önemli mekân veya bölge ile birlikte UNESCO’nun Birinci Dünya Kültür ve Doğa Mirası listesine girerek yılda ortalama 700.000 ziyaretçiyi ağırlar olmuştur. Maden, sadece beşeri mirası ile değil, uzmanlıkları yerbilimi olanlar kadar tabiat ananın güzelliklerine hayran olan bütün doğaseverleri cezbeden morfolojik ve jeolojik özellikleriyle de bir ilgi merkezidir.
Oluşumu ve Yapısı:
Krakov şehrinden birkaç kilometre güneye doğru ilerlendiğinde manzara aniden Vistula Nehri’nin, Pleistosen yaşlı buzul çökellerinde oluşturduğu yumuşak topografyalı taşkın ovasından, Karpat Dağları’nın en dış bindirme fayını karakterize eden hayli engebeli topografyaya doğru değişir. Karpatların kuzey eteklerinde yer alan ve 600 km kadar uzanan bu tepecikler Polonya’da Beskid Dağları olarak anılır ve bu dağ silsilesi boyunca Karpat Bindirme Fayı takip edilebilir. İşte bu bindirme fayının kuzey yüzü boyunca birçok tuz çökeli bulunmaktadır. Bunlardan birisi olan Tortoniyen (Geç Miyosen) zamanına tarihlendirilebilecek olan Wieliczka Tuz Madeni diğer bir deyişle Kopalnia Soli, bahsi geçen bindirme fayına çok yakın bir gölde çökelmiş ve birikmiştir (Şekil 1).
Badeniyen (Orta Miyosen) zamanında Beskidler ile Karpatlar arasında uzanan ve Karpat bindirme fayına bağlı gelişen dar çökme havzasının veya kısaca hendeğin kalsiyum sülfat (CaSO4) ağırlıklı evaporitleri Kuzey ve Orta Paratetis’de gelişen devasa yayılımlı ama sığ tuz havzaları olarak yorumlanmaktadır. Bu evreye bölgenin yerel jeolojisinde Badeniyen Tuzlanma Dönüşümü denmektedir. Bu dönüşüm evresi esnasında üç alt evre geçilmiştir: Denizel havza, tuz havsası ve yeniden denizel havza. Çökelme ve depolanma açısından ise dört önemli evre şöyle sıralanabilir: (1) Denizel akıntılardan yarı izolasyon öncesindeki bağıldeniz seviyesi değişimleri ile kontrol edilen çökelim; (2)Evaporitlerin derinleşmesine bağlı hızlı deniz seviyesi düşüşü ile yüzeyle bağlantının kesilmesi; (3) Havza içindeki yöresel iklime bağlı su seviyesi dalgalanmaları ile kontrol edilen sığ su evaporit çökelimleri ve (4) Yine bağıl deniz seviyesi değişimleri ile kontrol edilen denizel ortam oluşumu ve denizel çökellere hızlı bir geçiş.
Her ne kadar havzanın paleocoğrafyası, stratigrafik özellikleri ve tektonik gelişimi tam olarak anlaşılamamış olsa da bu senaryo bölgedeki tuz içeren formasyonları açıklayabilmektedir. Tuz içeren formasyonlar, Yukarı Silesya’da Karbonifer yaşlı kayaçların üzerinde uyumsuzca uzanırken Krakov civarında Karbonifer ve Kretase yaşlı fliş çökellerinin üzerinde yine uyumsuzca uzanmaktadır. Bu formasyonları temsil eden Tortoniyen sekansı ortalama 1000 metre kalınlığa sahip olup evaporitler, silttaşları ve kiltaşları ile temsil edilmekte ve de formasyonun tabanında kalınlığı genelde 100 metre ile 300 metre arasında değişebilen temel tuz zonu bulunmaktadır. Her ne kadar bu zonun kalınlığı çoğunlukla 100 metre ile 300 metre arasında değişiyor olsa da sık sık, bindirme ve kıvrılmalardaki yoğunlaşmalar nedeniyle kalınlığın daha da arttığı yerler de vardır.
Wieliczka’da kabaca bir ayrımla iki alt bölümlenme gözlenebilir. Bunlardan birincisi daha alt seviyelerde yer alan ve hatta bindirme yüzeyinin altında uzanan ve otokton tuz yüzeyiyle temsil edilebilecek olan zondur. Bunun üzerinde ise Orta Tortoniyen tektonizması sırasında bindirme fayı ile taşınmış olan daha düzensiz zondur. İşte bu tektonizma, bahsi geçen üst zonda oldukça karmaşık bir melanj oluşturmuştur. Bu melanj çok küçük tuz birikimlerinden 20.000 metreküp civarı devasa kütlelere kadar değişebilen tuz yoğunlaşmaları oluşturmuştur.
Wieliczka’daki en derin tuz yatakları ise bölgedeki orijinal tuz havzasının merkez ve kuzey kısımlarını temsil eden otokton çökelimlerdir. Bu en derin birim dört katmanda toplam kalınlığı 10,8 metre olan ‘yeşil tuz’u içermektedir. Bu tuz birkaç santimetre boyutlu taneciklerden oluşan kaba kristalli bir yapıya sahiptir ve yeşil rengin muhtemel sebebi de içindeki kil muhteviyatıdır ve yine muhtemelen 400 ila 500 metre derinlikteki sularda yavaş yavaş kristalleşmiştir.
Yeşil tuz seviyesinin üzerinde ince bir hat olarak anhidrit uzanmaktadır. Bu seviyeye ‘şaft tuzu’ denmektedir. Bu tuz sakin su seviyelerinde oluşmuş olması muhtemel saman sarısı renge sahip bir çökeldir. Şaft tuzunun hemen üzerinde de Spiza tuzu olarak adlandırılan ve 40 metre kalınlığa ulaşan katman yer alır. Bu katman silt, kil ve organik molozların da karıştığı hızlı kristalleşmiş, ince taneli tuzdan oluşan bir katmandır ve onu örten tuzlu kumtaşına doğru münavebeli bir geçiş gösterir.
Bütün bu tuz istiflenmeleri blok halinde bulunan, tabakasız çökellerin altında yer almaktadır ve bu tabakasız çökeller tuz havzasının kuzey ve orta kısımlarına bindirme yapan güney kısmını temsil etmektedir. Sonuçta ortaya düzenli istiflenmemiş kiltaşı, silttaşı ve evaporitlerden oluşan tuz breşi de denebilecek tektonik ve devasa bir breşleşme çıkmaktadır. Lehçe’de buna ‘zuber’ denir. Bu birim bölmeler ve tabakalar halinde tuz kütleleri içerir. Bu tuz kütleleri birbirlerinden hiç tuz içermeyen kiltaşı ve silttaşı kıvrımları ve bindirmeleriyle ayrılırlar. Pek çok durumda kalın tuz kamaları kıvrım eksenleri ve bindirmeler boyunca birikmiştir. Bu birimde her ne kadar alt tabakalardaki her üç tuz tipi birden temsil ediliyor da olsa baskın tipler yeşil tuz ve Spiza tuzudur. Yukarıda bahsettiğimiz farklı türdeki tuz kütleleri Kopalnia Soli’de sadece ticari bir hammadde olarak değil, aynı zamanda geçtiğimiz yüzyıllar içinde madende yaşamını sürdürmüş insanlar veya bu madenin manevi anlamına kendini adamış sanatçılar için de bir hammadde olmuştur. Günümüzde madeni gezmeyi planlayan ziyaretçiler için madenin kendi kadar içindeki heykeller de birer cazibe sebebidir.
Ne yazık ki günümüzde beklendiği üzere, bahsi geçen bu tuz heykeller yavaş yavaş çözülmektedir. Madenin birçok yerinde kaya tuzu, havalandırma kanallarından içeri giren su buharından doğrudan etkilenmekte ve oyma tuz yüzeylerinde erozyona neden olmaktadır. Buna dolaylı olarak, erozyona neden olan havalandırma kanallarının öneminden bahsetmeye ise elbette gerek yoktur. Her ne kadar mağaraların doğal hava alma kanalları da olsa, tarihi kayıtlarda, madenin önemli bir sorununun da metan gazı olduğu belirtilmektedir. Modern havalandırma sistemleri kurulmadan önce yüzlerini olası patlama veya parlamalardan korumak için kapişonlarla örtmeleri nedeniyle “tövbekârlar” olarak adlandırılan bir meslek grubu da uzun sopaların ucunda yanan mumlarla bu metan gazı yoğunlaşmalarını tespit ederlerdi. Ne de olsa her devrin kendi öncelikleri vardır.
Son senelerde Polonyalı veya yabancı bilim adamları madendeki çevresel koşulları anlamak ve su buharı yoğunlaşması problemine bir çözüm getirebilmek için çeşitli deneyler sürdürmektedirler. Burada tuzun higroskopik karakterinin belirgin topraklaşma ve kimyasal etkiler yüzünden değişip, değişmeyeceği de bu heykellerin akıbeti açısından sorulması gereken sorulardan biridir. Çevrenin bağıl nem oranı %75 civarlarına ulaştığında kaya tuzunun etrafında gelişen ince sıvımsı katman çözünmeye başlar. Buna bağıl sıvılaşma denir. Nitratlar gibi bağıl sıvılaşma değerleri kaya tuzununkinden düşük olan ve havada bulunan maddeler tuz heykellerin üzerinde birikip, bu heykellerin bağıl sıvılaşmalarını oldukları değerinin altına çekebilirler. Eğer bu olursa gelecekte maden için bir nem alıcı sisteme ihtiyaç duyulabilir.
1978 Dünya Mirası Konvansiyonunda “İnsanlığa Gözle Görülür Evrensel Bir Katma Değer” unvanıyla Dünya mirası listesine alınan Kopalnia Soli, maalesef yukarıda bahsi geçen tehdit dolayısıyla günümüzde aynı zamanda “Tehlike Altındaki Dünya Mirasları” listesinde de başı çekenler arasına girmiştir.
Fiziksel ve Turistik Özellikleri:
Wieliczka’nın bu turistik tuz madeni en kaba tabirle ‘derin’dir. Dokuz kata yayılmış toplam derinliği 327 metre olan madende, tarihi maden planlarında 2000’den fazlası terk edilmiş olarak gösterilen 3000’den fazla mağara, oda ve hatta salon birbirine toplam uzunluğu 300 kilometreden fazla olan tünellerle bağlanmaktadır. Madende ayrıca tuz elde edilmesindeki ana hatları oluşturan ve elde edilen tuzun üst seviyelere ve yüzeye taşınmasında da kullanılan 180’den fazla şaft bulunmaktadır. Bu şaftlar aynı zamanda ilk havalandırma bacaları da olabilir.
Turistik rota ise bu bitmez tükenmez koridorların sadece 3,5 kilometresini kapsamaktadır ve yerden 135 metre derinde başlayıp, yukarı doğru yürünerek 64 metre derinde bitmektedir. Rotanın başlangıcı olan 135 metreye ise sayısını hatırlamak gerçekten zor olan onlarca kat ve yüzlerce basamakla inilmektedir. Bu iniş aynı zamanda da klasik ziyaretçi turunun ilk ayağı Danilowicz şaftında başlar ve biter. Şaft 135 metre derinlikte bir istasyonda basamaklarına son verirken ziyaretçilerin erişemeyeceği derinliklere doğru devam eder.
Şaft merdivenlerinin bittiği seviyedeki odacıktan ayrılan tünel, ziyaretçileri aynı seviyedeki tekne omurgasını andıran tasarımıyla Jan Haluzska salonunun yanından geçirerek (çünkü burada sadece konser ve toplantılar düzenlenmektedir), içindeki ahşap işçiliği ile ünlü Aziz John şapeline götürür. Her ikisi de 19. Yüzyıl’da oluşturulmuş olan bu mağaralar yeşil tuz içine kazılmışlardır. Şapelden hemen sonra birkaç ünlü büstün sergilendiği Antonia galerisini takiben eğik Prinzinger tüneli başlar ki 19. Yüzyıl’da tünele inşa edilen basamaklarla burayı sıradan bir tünel olarak adlandırmak oldukça anlamsızlaşmıştır.
Basamakların bitimiyle yüzeyden 122,5 metre derinlikte iki salon karşımıza çıkar: Witold Budryk ve Vistula. Ziyaretçilere bu salonlarda hediyelik eşya ve yemek yeme imkânları sunulmaktadır. Bu iki küçük salonu takiben ise devasa Warsaw (Varşova) salonuyla yüzleşiriz. Ebatları 54x17x9 metre olan bu büyük mağaranın yaratılması için yaklaşık 20.000 ton tuzun çıkarılmış olması gerekir. 54 metre uzunluğundaki salonunun duvarları tamamen tuz rölyeflerle süslenmiştir. Aynı basamakları takiben tünel boyunca diğer yöne ilerlendiğinde ise önce madencileri koruduğuna inanılan iyi ruha atfen oyulmuş küçük bekçi odasına ve onu takiben de ünlü Leh jeolog Stanisław Staszic şerefine oluşturulan ve onun adı verilen görece dar ama tavanı oldukça yüksek olan (50 metreden büyük ihtimalle güvenlik nedeniyle 36 metreye düşürülmüştür) büyük salona ulaşılır. Salonda ünlü jeoloğun bir de büstü yer almaktadır. Aynı yönde ilerlendiğinde ise Kazanów dik (Doğu-Batı doğrultulu) galerisi ve Poniatowski çapraz (Kuzey-Güney doğrultulu) galerisinin kesiştiği (burada demiryolu ağının bir kısmı da gözlemlenebilir) bölümden geçilerek üçgen tavanlı Józef Piłsudski salonuna gelinir. Bu salon adını I. Cihan Harbi’nde Lehistan ordularının kurucusu olan ünlü mareşalden almıştır.
Bir üst kata gelindiğinde (yine eğik bir koridor vasıtasıyla) birbirine komşu üç salonla karşılaşırız: Michałowice, Weimar ve Drozdowice. Her üçünün de kendine has tasarımları ve sanat eserleri vardır. Bu eserlerden en ünlüsü ise Weimar salonundaki Goethe heykelidir. Bu üç salondan hafif eğimle yine ters yöne ilerleyen koridor bizi öncelikle yerden 100 metre derinlikteki Erazm Baracz Salonu’na getirir. Bu salon madendeki en ünlü salonlardan biridir çünkü ortasında 9 metre derinlikte, küçük bir göl barındırmaktadır. Bu gölün suyunun 1 litresinde 320 gram tuz vardır. Koridor devam ederek madenin en ünlü yer altı şapeli olan Aziz Kinga Şapeli’nde son bulur. Bu devasa şapelde Leonardo Da Vinci’nin ünlü ‘Son Akşam Yemeği’ tablosunun tuzdan bir rölyefi bulunmaktadır. Buna ek olarak İncil’den pek çok hikâye bu duvarlarda rölyefleştirilmiştir.
Aziz Kinga Şapeli’nden yatay bir tünelle sırasıyla Kutsal Haç Şapeli ve Kunegunda şaft tabanı ile dik galerisi geçilerek (ki burada bir de birebir ebatlı bir canlanlandırma müzesi vardır) yüksek tavanlı Pieskowa Skała Salonu’na gelinir. Burada kimi eski madencilik yöntemlerinin temsili sahneleri görülebilir. Bu salonun tavanında ilerleyen kısa bir tünelle Büyük Casimir Salonu’na varılır. Burada da canlandırma amaçlı birebir ebatlı heykellere ve madencilik sahnelerine rastlanır. Bu salondan Danilowicz şaftını keserek ilerlerken iki küçük salon ile bir şapel geçeriz: Sielec Salonu, Aziz Anthony Şapeli ve ünlü tuz heykellerin sergilendiği Janowice Salonu. Koridorun sonunda ise önce bir metan gazı patlaması sonucu büyük zarar görmüş ama metan sıkışmasının ne kadar tehlikeli olabileceğini anlatmak adına rotaya konulan Spalone (büyük ihtimalle ‘yanmış’ anlamında) Salonu’na gelinir.
Turun son noktası ise madenin en ünlü ve bizce bu ünü hak eden şiirsel bir duruşa sahip ünlü Leh astronomun heykelinin sergilendiği ve kendi adını taşıyan Nicholas Copernicus Salonu’dur. Ünlü astronom 1493’te madeni ziyaret etmiştir. 64 metredeki bu son salon da aynen 135 metredeki salonlar ve şapeller gibi yeşil tuz içine kazınmıştır.
Sonsuz gökyüzünü anlamaya çalışan bir adamın heykelinin yeraltının derinliklerinde sergileniyor olması her ne kadar ironik görünse de bu, belki de derin ve karanlık mağaralarda çalışan madencilerin engin ve aydınlık gökyüzüne olan özlemini anlatmaktadır. Bu zor ve onurlu meslek her türlü eleştiriden önce herhalde gerçek anlamda saygıyı hak etmektedir.
KAYNAKLAR
- http://www.kopalnia.pl
- Hallett, D., 2002, The Wieliczka Salt Mine, Geology Today, v.18, p. 182-185.
- Babel, M., 2004, Badenian Evaporite Basin of the Northern Carpathi Foredeep as a Drawdown Salina Basin, Acta Geologica Polonica, v. 54 313-337.
- Lynn G. Salmon, Glen R. Cass, Roman Kozlowski, Anna Hejda, Elliot Spiker, and Anne L. Bates, 1996, Air Pollutant Intrusion into the Wieliczka Salt Mine,
- Environmental Science and Technology, p. 872-880.
Fotoğraflar: Arda Ayhan – Cüneyt Atilla