Madencilik Türkiye Dergisi için kaleme aldığım bu yazıdan, madencilik sektöründe olan iş sağlığı güvenliği yöneticisi bir arkadaşıma bahsedince bana şunu sordu: “Yazıyı madenciler için mi yazdın, halk için mi?..” Neyse ki yazıya başlarken bu soruyu kendime de sormuş ve “sosyal lisans (social license to operate)” konusunun tek başına bir tarafı olmadığı, yaşayan bir süreç olan sosyal lisansın hem madenci hem de halk için “ortak bir paydada” ele alınması gerektiğini düşünmüştüm. Bana göre tüm taraflar için tek bir gerçek vardı: “Yalnızca doğru bir iş yapış biçimi sosyal lisansı hak eder.”
İşte tam da burada sosyal lisansın zorlu virajları başlıyor: “Doğru iş yapış biçimi”ne kim nasıl karar verecek?..
Bu soruya tek bir doğru yanıt bulmak da, sosyal lisans konusunu enine boyuna incelemek de doğrusu uzun akademik çalışmalar gerektiriyor. Benim bu yazıdaki amacım, okuyucunun neredeyse tamamının maden sektöründen olduğunu düşünerek, sosyal lisans konusunda geliştirilecek farklı yaklaşımlara bir katkı olması amacıyla enerji ve maden sektörlerindeki halkla ilişkiler deneyimimden çıkardığım sonuçları paylaşmak. Bu nedenle de literatür, uluslararası tanımlar gibi bilimsel bir çerçeveden ziyade yaşananlardan alınan dersleri aktarmaya çalıştım. Elbette anlatmaya çalıştığım her şey,öncelikle büyük etkileri olan projeler için geçerli olmakla beraber, her ölçekteki yatırımın yaşayabileceği dinamiklere ve tecrübelere de değiniyor.
Halkla Neden İtişiyoruz?
Antropolog bir arkadaşım, insanlara bir şey yaptırabilmek için üç etkili yol olduğunu söylemişti:
- Zor kullanmak,
- Para vermek,
- İnandırmak.
Ne yazık ki pek çok projenin ilk iki yöntemle ilerlemeye çalıştığına, az sayıda şirketin üçüncü yolu seçtiğine özellikle maden ve enerji yatırımlarında çokça şahit olduk.
Yıllardır gerek enerji gerekse madencilik sektörlerindeki projelerde şunu gördüm ve görmeye devam ediyorum: Yatırımcılar yasal izinlerin bir projeye başlamak, ilerlemek ve tamamlamak için yeterli olduğunu düşünüyor.
Bu bakış açısı, özellikle ciddi çevresel ve sosyal etkileri olan ya da toplumsal refleks açısından hassas bölgelerde yer alan projelerde ilk kazmanın vurulmasıyla birlikte “halkla itişmeler” sürecinin de fitilini ateşliyor.
Bu itişmenin katılımcıları, şiddeti, süresi ve yarattığı etkinin karşısında yatırımcının aldığı tavır ve yaklaşım biçimi, süreci çözüme ya da çıkmaza götürüyor. Bazen sorunlar çözülemese de yatırım yoluna “sosyal lisans olmaksızın” devam edip tamamlanıyor ancak bunun da taraflar için hiç beklenmeyen farklı etkileri olabiliyor.
Sosyal Lisans Olmadan da Olur mu?
Dünya Bankası 2003 yılında sosyal lisansı şöyle tanımlamış: “Yerel toplumun ve paydaşların rızasının alınması ve bu rızanın korunması.”
Ülkemizdeki bazı yatırımlar, “sosyal lisans olmadan da olabildiğini” gösterse de, kimi projeler sosyal lisansı elde edemediği için hayata geçirilemiyor, şirketler yatırım kararından vazgeçiyor ya da ruhsatlar el değiştiriyor.
Böyle durumlarda yatırımcı para, zaman, itibar kaybederken, ülke için üretim kayıpları toplum içinse istihdam başta olmak üzere çeşitli ekonomik, sosyal ve kültürel kayıplar yaşanıyor.
Yazının girişinde sosyal lisansın “ortak paydada” değerlendirilmesi gerektiğini söylerken bunu anlatmak istemiştim. Maden yatırımlarında kazanç yatırımcı tarafında yoğunlaşsa da, çıkarlar ve çok yönlü kazanımlar aslında ortak. Yapılamayan projelerin kazananı olmamakla birlikte, kaybedeni yalnızca yatırımcı değil.
Burada elbette çok kıymetli doğal varlıkların ya da kültürel değerlerin geri döndürülemez biçimde kaybına, ender biyolojik çeşitlilik veya kültür varlığının yok oluşuna neden olabilecek projeleri farklı değerlendirmek gerekir. Bazen ülke olarak “yapmayarak” da kazanabiliriz. Nitekim bazı durumlarda “üstün kamu yararı” ve insan yaşamının sağlıkla sürdürülebilirliğinin tek yolu, yeryüzünün “olduğu gibi” korunması.
Sosyal lisansı almaya çalışan yatırımcının da, bu gücü elinde tutan toplumun da; stratejileri, yöntemleri, etkileri ve sonuçları ortaklaşa değerlendirerek proje süreçlerinde neyin-nasıl yapılacağına ilişkin kararları birlikte verebilmesi, ideal bir durum.
Bu yüzden sosyal lisansın ilk adımı “paydaş katılımı.” Sektördeki adıyla “halkla ilişkiler” zira günün sonunda sosyal lisansı veren de alan da “halk.”
Paydaşım, Paydaşsın, Paydaş. İyi de Kim Bu Paydaşlar?..
Paydaşı, “projeden etkilenen ve projeyi etkileyebilecek kişiler ya da kurumlar” olarak tanımlayabiliriz.
Unutulmaması gereken, her proje için geçerli tek bir paydaş yaklaşımı olamayacağıdır. Yani her projenin etkileri, etkilediği paydaşları ve kendisini etkileyebilecek paydaşlar farklıdır.
Bu nedenle sosyal lisansa giden yolun en başında paydaşların kimler olduğu doğru tespit edilmelidir. Burada “yolun en başı”ndan kastım, araştırma, fizibilite, arama gibi gerçek anlamda erken safhalar. Kimi projelerde sondaj çalışmaları bile paydaşlarla ilişki kurmaya başlamak için geç kalınmış bir safha olabiliyor. Bazı yatırımcılar bu aşamayı “kimselere görünmeden sondajı yapıp çıkma” dönemi olarak görse de…
Projeler açısından paydaşlar kadar, “etkilerin” de doğru belirlenmesi önemli. Bu iki konunun birlikte yönetilmesi, yöntemlerin projenin yaşam döngüsü boyunca değişebilen etkilere göre güncellenmesi gerekiyor.
Şirketlerin paydaşlarını tanıması ve paydaşların proje hakkında bilgi sahibi olması, etkilerin doğru yönetimi ve projenin hedeflerine ulaşabilmesi açısından kritik öneme sahip. Bu ikisinden biri eksik olunca genellikle bir şeyler ters gidiyor.
Paydaşlarımız da Bizden Biridir
Paydaşların proje hakkında bilgilendirilmesi ve gerekirse proje faaliyetleriyle ilgili kararlarda söz sahibi olabilmesini bir bütün olarak ele aldığımızda buna “paydaş katılımı” süreci diyoruz.
Kararlarda söz sahibi olmak deyince tüyleri diken diken olmayan yönetici ya da patron az gördüm desem büyük bir kitleye haksızlık etmiş olur muyum bilmiyorum. Genellikle bir proje sahada çalışmaya başladığında yatırımın ekonomik ömrüyle ilgili stratejiler bulunmuş, inşaat süreçleriyle ilgili kararlar verilmiş, üretim yöntemleri belirlenmiş oluyor. “Sondajları yapıp çıktığımıza, tüm ruhsat ve izinlerimizi alıp taşeronları da seçtiğimize göre çalışmaya başlayabiliriz” yaklaşımıyla şantiyeler kuruluyor. “Hani paydaş katılımı?” diye sorunca “aman şimdi ses etmeyelim, pek görünür olmayalım, civar köylerden ve ilçelerden talepler gelmesin, projeyle ilgili bilgilendirme toplantısı yapmaya gerek yok zaten ÇED sürecinde toplantı yaptık gelen geldi (5-10 kişi), ne zaman birileri karşı çıkar gelir o zaman karşılarına geçer konuşuruz” deniyor. Size de tanıdık geldi mi?..
Sonra bir sabah şantiyeye geldiğinizde kapınızda yüzlerce insan buluveriyorsunuz. Siz kimseyi tanımıyorsunuz, onlar da sizi tanımıyor. Bırakın saygı ya da güven duymayı, karşınızda sizi dinlemeye bile hazır olmayan ve projenizin etkileriyle ilgili ciddi rahatsızlıkları olan bir topluluk var. Böylece siz istemeseniz de nurtopu gibi bir “paydaş katılım süreci”niz oluyor. Tek farkla: Şimdilik paydaş katılım sürecinizi yöneten siz değilsiniz, kapının önündeki tepkili topluluk.
Her proje bunu yaşıyor mu, elbette hayır. Ancak konu sosyal lisans olunca önce “kötü örneklere”
bakmak, yapılması ve yapılmaması gerekenleri görmek açısından herkes için daha hızlı bir aydınlanma sağlayabilir.
Paydaş katılım süreci, bir proje ile paydaşları arasında mümkün olan en erken aşamadan başlayarak projenin ömrü boyunca süren, şeffaf, katılımcı, saygılı faaliyetler bütünü olarak düşünülmeli. Şirketler paydaş katılımını dekapaj, çevre yönetimi ya da iş sağlığı güvenliği kadar rutin ve “işlerinin bir parçası” olarak görmeli.
Paydaş katılımı, projeyle ilgili etkilerin yönetiminde bir mekanizma olarak kullanılabilmeli. Yatırımcı da paydaşlar da bu süreçten karşılıklı fayda sağlamalı. Bununla birlikte katılımcı süreçler, projenin doğal kaynaklar ve insanlar üzerindeki etkilerinin doğru yönetilmesi için etkin bir araç haline gelebilmeli.
Paydaş katılımı başlı başına ele alınması gereken bir konu. Derginin geçmiş sayılarında uzmanların bu konuda çok kıymetli yazıları var. Bu nedenle ben bu yazıda paydaş katılımıyla ilgili daha fazla ayrıntıya değinmeyeceğim fakat paydaş ilişkileri, sosyal lisansın önemli bileşenlerinden biri. Yazının devamında okuyacağınız örnek vakaların hepsinde de başrolde.
Etkileri Doğru Yönetmek
Sosyal lisansın ilk adımı paydaş katılımıysa, ikinci adımı “etki yönetimi.” Aslında eş zamanlı ve birlikte yürümesi gereken süreçler.
Yasalarımız şirketlere projelerin etkilerinin yönetilmesi konusunda ciddi sorumluluklar yüklemekte. Ancak mevzuatımıza ve uygulamalara baktığımızda, bu sorumlulukların daha çok çevre ile iş sağlığı ve güvenliği alanlarında yoğunlaştığını, Çevresel Etki Değerlendirme raporlarının dahi sosyal etkileri yeterince ele almadığını görüyoruz.
Oysa sosyal lisans olgusu, bütüncül bir toplumsal kanaati içeriyor. Toplum projeyi her yönüyle değerlendirerek sosyal rızaya karar veriyor. Dünyada da ülkemizde de endişeler çevre ve sağlık konularında yoğunlaşsa da, sosyal lisans kavramına kapsayıcı yaklaşmak gerekiyor.
Sosyal lisansın kazanılması, korunması ve sürdürülmesi, çalışanlarınızla ilgili konulardan başlayarak çevre, atıklar, doğal varlıklar, geçim kaynakları, kültürel değerler gibi somut ve somut olmayan pek çok alanda etkilerin yönetimiyle doğrudan bağlantılı.
Etki yönetimi, mühendislik açısından genellikle kolay bir iş olarak görülür. Kolay olmadığı durumlardaysa “mümkün” kabul edilir ve süreçler bazı hesaplar ve öngörülerle tasarlanır. Bu durum elbette teknik açıdan kabul edilebilir. Ancak etki yönetimine sosyal lisans penceresinden bakacak olursak, öngörülen “etkinin” farklı bir “sonuç”la karşımıza çıkması, ya da sosyal etki alanındaki uzmanların yoksunluğu nedeniyle “öngörülemeyen” etkilerin ciddi sonuçlar doğurması, işi karmaşık hale getiriyor.
Siz etkilerinizi iyi yönetmiyorsanız, ne paydaşlarla iyi ilişki kurabiliyor ne de toplumun rızasını alabiliyorsunuz. Tabi uygulamada bunun aksi örnekler yaşanabilir. Yani etkilerinizi iyi yönetmeseniz bile paydaşların önemli bir kısmıyla çeşitli nedenlerle iyi ilişkiler içinde olabilirsiniz. Bu durum bazen hem yatırımcılar hem de paydaşlar tarafından “proje körlüğü” haline gelebiliyor.
Fakat unutulmamalı ki, sosyal lisansın yazılı bir “son kullanma tarihi” ya da “yarım porsiyonu” yok. Her an dinamikler değişebilir, “ilişkiler bozulabilir”. Eksiklerin giderilmesi ve sürdürülebilmesi için “tam,” devamlı ve anlamlı bir çaba şart.
Bir projenin toplum tarafından onaylanması hiç de kolay bir iş değil. Ancak çok ekstrem koşullar dışında, bunu mümkün kılmanın bana göre olmazsa olmaz iki ana yolu var:
- Doğru etki yönetimi,
- İyi paydaş ilişkileri.
İşe paydaşlarınızı tanımlamak, projenin etkilerini doğru yönetmekle başlamak gerekiyor. Ardından “neyi nasıl yapacağınızı” paydaşlarınıza anlatmanız, onlarla bir “istişare” süreci geliştirmeniz ve uygulamalara katılmalarını sağlamalısınız.
Elbette yatırımcının yapması gerekenler bunlarla sınırlı değil. Kapsayıcı bir iş modeli geliştirebilmek; özellikle projeden doğrudan etkilenen paydaşlar için çevresel, sosyal ve ekonomik fayda yaratabilmek de sosyal lisansın temel bileşenleri arasında.
Tüm bunlar (ve tabi ki daha fazlası) anlamlı bir şekilde bir araya gelebilirse, sosyal lisansı elde etme konusunda oldukça yol almış sayılırsınız. Ancak yukarıda belirttiğim gibi, sosyal lisansı kazanmak yetmiyor, korumak ve proje ömrü boyunca sürdürülebilmek lazım. Yani projenin ilk zamanlarındaki kısa süreli “şirin görünme hamleleri”ne kimse güvenmesin!
Etki yönetiminin en kritik olduğu konuların başında doğal kaynaklar, çevre yönetimi ve sağlık geliyor. Bu konuların yalnızca sosyal lisansın değil proje yönetmenin en önemli şartlarından olduğunu hatırlatmaya sanırım gerek yoktur.
Ülkemizdeki projelerde çevresel sosyal etki yönetimi ve paydaş katılımı konularında başımıza gelen en güzel şeylerden biri, “uluslararası standartlar.”
Ekvator Prensipleri’yle başlayan, uluslararası proje finansmanında özellikle Dünya Bankası ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ile gelişerek devam eden çevresel sosyal sürdürülebilirlik standartları, madencilik sektöründeki bazı sivil otoritelerin etik kuralları ve ülkemizde toplum tarafından pek de sevilmeyen yabancı maden şirketlerinin varlığı sayesinde hayatımıza giren standartlar, etki yönetimi konusunda seviyemizi bir miktar yükseltmekle beraber, hazırlanan yönetim planlarının gerçekten uygulanıp uygulanmadığını iyi izlemek gerekiyor.
İzleme konusunda proje sahibi şirket, finansmanı sağlayan banka danışmanlarıyla birlikte paydaşlara da iş düşüyor.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, bankalar bu standartları şirketlere kredi şartı olarak sunmasa bir Allah’ın kulu o denli kapsamlı yönetim planları hazırlar mıydı, mesela projenin “Paydaş Katılım Planı” olur muydu, kendi kendime bazen düşünüyorum…
Ülkemizden Örnek Vakalarla Sosyal Lisans
Bu başlığın kitabını yapalım desek madencilikten örneklerle hayli kalın beş cilt kitap basarız. Enerji sektörü on cildi bulur.
Peki geçmişte yaşadığımız olaylardan hiç ders çıkarmadan, hala aynı hataları, aynı sorunları ve aynı yaklaşımları görmemize neden olan “yatırımcı özgüveni”nin sebebi ne? Haydi sosyologlar bunu da açıklasın…
Aşağıdaki örneklerde ülkemizde yaşanmış, benim de bir şekilde şahit olduğum olayları isim kullanmadan anlatmaya çalıştım. Kimseyi eleştirmek, doğru ya da yanlışın ne olduğunu tespit etmek gibi bir amacım olmamakla beraber, pek çoğumuzun kendimizden ya da çalıştığımız projelerden bir şeyler bulacağına eminim.
Yolu Yaptık Ama Gidemedik
Büyük bir maden projesi.
Orman izinleri tamamlanmış bir yol yapılacak. Yol için en kısa ve en az maliyetli güzergah seçilmiş, tüm yasal süreçler tamamlanmış, Orman İşletme Müdürlüğü yer teslimini yaparak yolu yapacak şirketi çalıştırmaya başlamış. Bir gün projedeki halkla ilişkiler sorumlusunun telefonu çalıyor. Arayan inşaat mühendisi şeflerden biri şöyle diyor: “Abi koş köylüler iş makinesinin önünü kesip işi durdurdu!” Halkla ilişkiler uzmanı arkadaşımız olay yerine gidiyor. Dozer operatörü kaçmış, şef arkadaş da şantiyeye dönmüş. Köyden gelenler hala orada ve kızgın. Yapımı başlayan yol tam da köyün hayvanlarını otlattığı meraya çıkarırken geçtiği rota üzerinde. Topoğrafya nedeniyle başka yerden meraya çıkış yok.
Ancak şirket mühendisleri, Orman İşletme, muhtar ve vatandaşlar bir araya gelerek haritayı inceliyor, araziyi geziyor ve yeni bir yol güzergahı üzerinde taraflar anlaşıyor. Böylece vatandaşın sorunu çözülüyor.
Bu arada şirket yeni yol için yeniden orman izin başvurusu yapıyor, yeniden parasını yatırıyor, iş uzun süre duruyor; harcanan para, kaybedilen zaman ve bozulan ilişkiler de cabası.
Çıkan sonuç şu: Yapacağın iş birilerinin hayatını etkiliyorsa, paydaşının fikrini sormalı, doğru etki yönetimini bulmalısın. Yoksa doğa, cüzdanın ve itibarın zarar görür.
Üç Beş Çevreciden Bir Şey Olmaz
Yine bir maden projesi.
Yasal olarak hiçbir eksiği yok. Hatta uzun süredir yakın köylerde bazı sosyal sorumluluk projeleri yürütülüyor. İnşaat ve saha hazırlıkları başlıyor. İşe alım tam gaz devam ediyor. Öte yandan proje, alan büyüklüğü, konumu ve çevresel etkileri açısından kritik bazı özelliklere sahip. Uzunca süredir de bazı gruplar ve sivil toplum kuruluşları projeye karşı tepkili ve farklı mecralarda mücadele ediyorlar. Projenin başından beri paydaş ilişkilerine yönelik gerekli adımlar atılmamış olmasına rağmen bir yandan da proje sahası yakınındaki köylerde bazı iletişim faaliyetleri, bağışlar ve küçük sosyal sorumluluk projeleri yapılıyor. Şirket bunu “başarılı halkla ilişkiler faaliyetleri” olarak görüp yöreyle iletişimlerinin iyi olduğunu söylüyor.
Projeye karşı olan kişi, grup ve kuruluşların tepkilerine yönelik bir strateji ya da iletişime dönük bir yaklaşım sergilenmiyor. Hatta bu tepkiler proje yöneticileri tarafından eleştiriliyor ve bilinçli şekilde muhatap kabul edilmiyor. Ancak öyle bir döneme giriliyor ki proje karşıtı hareket hiç beklenmedik şekilde ve hızla büyüyor, yaygınlaşıyor, gelinen noktada proje faaliyetlerine devam edemiyor ve uzun bir süre durmak zorunda kalıyor.
Çıkan sonuç şu: Topluma faydalı işler için milyonlarca lira da harcasan, etkilerini ve paydaşlarının görüşlerini yok saymamalısın. Aksi takdirde öngörmediğin bedeller ödemek zorunda kalabilirsin.
Muhtarla Aramız İyi Hallederiz
Büyük ölçekli entegre bir proje. Proje içerisinde farklı maden sahaları var.
Projenin yakınında arazisi kamulaştırılan, maden sahaları nedeniyle toz, gürültü, trafik vb etkiler nedeniyle pek mutlu olmayan köyler var. Şirket işe alım konusunda cömert ve özellikle yakın köylerden çok fazla insanı işe alıyor. Hatta işe alımlarda yöre halkıyla iyi geçinmek için “muhtarların gönderdiği” herkesi bir şekilde istihdam ediyor. Proje müdürü mutlu. Her fırsatta köylerden ne kadar insanı işe aldıklarını ve muhtarlarla aralarının ne kadar iyi olduğunu gururla anlatıyor. Halkla ilişkiler konusunda ne zaman bir sorun gündeme gelse “muhtar çözer o işi” deniyor.
Derken sıradan bir şantiye gününde bazı haberler geliyor. İçeride iş durduruldu, çalışanlar eylem için toplanıyor. Hemen ardından yakın köylerden de büyük bir grubun şantiyeye doğru geldiği haberi ulaşıyor. Yüzlerce insan (muhtarlar dahil) yönetim ofislerine geliyor ve dertleriyle ilgili bugüne kadar dinlenmediklerini, şikayetlerinin çözülmediğini, verilen sözlerin tutulmadığını oldukça sert bir tavırla şirket yetkililerine iletiyor. Aldıkları yanıtlar ve yaklaşımdan mutlu olmayan bazı gruplar ekipmanlara ve ofislere zarar veriyor, şantiyede iki gün iş duruyor.
Şikayet konularını merak edenler için en çok dile getirilenleri yazayım: “Şantiyede tuvalet yetersizliği, içecek su olmaması, çay servisinin kaldırılması, tarlalara düşen taşların alınmaması, köydeki ‘herkesi’ işe alacağız sözünün tutulmaması.”
Çıkan sonuç şu: Çalışanlar ve tüm paydaşlar için çözüm odaklı işleyen bir şikayet mekanizması kurmak, etkileri doğru yönetebilmene yardımcı olur. Şikayet ve talepleri görmezden gelmekse pahalıya mal olabilir.
Sosyaliz Ama Lisansımız Yok
Yazıya bir soruyla başlamıştım: “Bu makale madenciler için mi, halk için mi?” Yanıtım da “herkes için” olmuştu. Bu cevabım değişmedi. Sosyal lisans da iletişim gibi. Ancak çift taraflı ve karşılıklı olduğunda anlamlı.
Sosyal lisansı kazanmak yani “toplum tarafından onaylanmak,” yatırımcı için ne kadar zorlayıcı şartlar gerektiriyor gibi görünse de, halkın bu rızayı göstermesi sanıldığı kadar zor olmayabilir.
Paydaşların saygı görmek, bilgilendirilmek, etkilerin doğru yönetildiğinden emin olmak ve proje sonuçları açısından kapsayıcı faydalar (çevre koruma, sosyal değer, kalkınma, sürdürülebilir kaynak yönetimi vb) üretildiğini görmek gibi son derece doğal beklentileri var. Yatırımcının da haklı beklentilere uygun, etik ve doğru bir iş yapış biçimi geliştirme sorumluluğu…
Türk milleti gibi sosyalleşmeyi seven bir toplum olarak, iş yaparken de “sosyal hassasiyetlere” ve “ortak değerlerimize” özen göstermek, önceliklerimiz arasında olmalı.
Kısacası madencilikte sürdürülebilirlik ve sosyal lisansın yolu “halkla itişmeler”den değil, “halkla ilişkiler”den geçiyor.
Ancak halkla ilişkileri okula bilgisayar bağışlamak, köy odası yapmak gibi yalnızca sosyal sorumluluk projeleri olarak görmemek lazım.
Sosyal sorumluluk aslında “parayı nasıl kazandığımız.” Madenci için sorumluluk toprağın üzerinde başlıyor, altında devam ediyor. Çünkü bu topraklar, bu ağaçlar, bu dereler hepimizin…
Şair Attila İlhan’ın dediği gibi:
“Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.”
Hakan Karan
Yazara konuyla ilgili soru sormak isterseniz, hangi yazar için mesaj gönderdiğinizi belirterek lütfen [email protected] adresine mail atınız.